İbn Haldun'un Mukaddime'sini ilk okuduğum yıllar, 1979’lar, Orta-1'in son aylarıydı. Beyaz mat kapakla MEB veya Kültür Bakanlığı yayınları arasında çıkmıştı.
Hafız'ın koyu yeşil kapaklı Divan'ı, Beydeba'nın Kelile ve Dimne'si, Sadî'nin Bostan ve Gülistan'ı da öyle…
Bostan ve Gülistan'ı okuma sevgisini, rahmetli babamın "güzel insan, gül yüzlü adam" dediği merhum Celal Mısır hocamızdan kapmıştım orta okul yıllarımda.
Toplumların da bireyler gibi canlı organizmalar olduğu fikriyatını ilk defa o günlerde fark etmiştim İbn Haldun'dan.
Toplumlar da insan gibi, doğar, büyür, gelişir, olgunlaşır ve ölürler.
Yıllar sonra, DİB Müftülük Yüksek İhtisası için Haseki Eğitim Merkezi’ne başladığımda Araf Suresi 34, Yunus Suresi 149 ve Mü'minun Suresi 43 gibi ayetlerde bu hikmete denk geldim. O zamana kadar belki bin okumuşluğum vardı bu ayet-i kerimeleri; ama dank etmesi için vaktine denk düşmesi gerekirmiş meğer.
“Her milletin de bir eceli vardır. Ecelleri gelince, ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri gidebilirler” (Araf Suresi, 34).
Özetle, insanın iç dünyasının dışa yansımasıyla inşa edilen yaşanılabilir medeniyeti "umran" diye tanımlar ve keşfeder İbn Haldun…
Cemil Meriç'in ifadesiyle, umranın keşfi, tarihten tesadüfü kovan bir ihtilaldir.
Bu perspektiften ma'şeri vicdanın körelmesini ele aldığımızda; fert aklının ve vicdanının örselenip körelmiş olmasını idrak etmemiz gerekiyor.
Ferdin aklı, iz'anı ve vicdanı, toplumun tamamının duyarlılığını yansıtan ma'şeri vicdan ve kolektif akıl ile doğrudan bağlantılıdır.
Toplumda kolektif akıl tutulması veya ma'şeri vicdanın körelmesi, tek tek fertlerin akıl tutulması ve vicdan körlüğüyle ma'lul olması yüzündendir.
Kur'an-ı Kerim'in toplumsal değişimin evrensel kuralı olarak hatırlattığı gerçek açıktır:
"Bu böyledir: Şüphesiz bir toplum, kendilerindeki hasletleri değiştirmedikçe, Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez" (Enfal Suresi 5; Ra'd Suresi, 11).
Dolayısıyla dikkat edilmesi ve çözümlenmesi gereken nokta, fertlerin akıl ve iz'an tutulmasının yanısıra vicdan körelmesinin sebepleri ve arka planıdır.
Belki fert bazındaki vicdan körelmesinin ilk dışa vurumu “haya”sız ve “hadsiz”liktir.
Fertlerin basit gördükleri yahut hafife aldıkları küçük küçük yanlışlıklar ve günahlar, genel toplamda toplumun tamamını körelten ve ağır toplumsal fatura türeten bir büyük furya halini alır.
Bu bağlamda önümüze, yüce sahabi Hz. Selman Farisi'nin Hz. Peygamber'den öğrenip naklettiği şu hikmet çıkmaktadır:
"Mü'mini sarıp sarmalayan nurdan yetmiş örtü vardır.
Kul, herhangi bir günah işlediğinde, tövbeyi ihmal edip pişkinlik yaparsa, Yüce Allah, onun üzerindeki nurdan örtülerden birini kaldırır.
Bu şekilde yanlışlar yaptığı halde tövbe etmeyip duyarsız davranırsa, her yanlışında ve günahında üzerindeki nurdan örtülerden biri kaldırılır.
Büyük günahlardan birini işlediğinden ise, Yüce Allah, onun hayâ/âr perdesi dışındaki tüm örtülerini kaldırır ki, kuldaki en büyük perde hayâ perdesidir.
Kişi, işlediği günah büyük olsa dahi samimiyetle tövbe ederse, Yüce Allah, tövbesini kabul ederek üzerinden çekip aldığı tüm nurdan perdelerini kendisine iade eder.
Ancak tövbe etmez de günaha dalmaya devam ederse, ondan hayâ perdesini alır.
Hayâ perdesi kendisinden alınan kişi ise, müminle ülfeti olmayan bir huysuz ve kendisiyle ülfet edilmeyen bir uyumsuz olur. Böylece de üzerindeki emanet (Allah'ın rahmetinin ve yeryüzündeki muradının gerçekleşmesine vesile olma) hasleti alınır.
Üzerinden emanet hasleti alınan kul ise, mü'mine güven vermeyen ve güvenilmeyen kişiye dönüşerek, rahmet duygusu kendisinden çekip alınır.
Rahmet hasleti kendisinden alınan kul ise, ölçü tanımaz bir kaba softa ve ham yobaz oluverir. Bu vaziyette iken de İslam'ın boyunduruğundan ve din dairesinden çıkar.
İslam'ın boyunduruğundan çıkan kişi ise lanetlenmiş ve kovulmuş bir şeytan halini alır" (İmam Suyutî, ed-Durru'l-Mensur, XIII/574; Hakim Tirmizi, II/208, IV/22).
Fertlerin akıl, gönül, iz'an ve vicdanlardaki bu köklü değişim ve dönüşüm, topluma tam bir kolektif akıl tutulması yaşatır, ma'şeri vicdanı köreltir. Toplum haddini, hayasını kaybeder, şirazeden çıkar; kokuşur, çürür.
Böylesi fert ve toplum, ne hak tanır, ne hakikat; artık iflah da olmaz! Yani İbn Haldun'un ifadesiyle, ne asabiye ve badiye kalır, ne de umran!
Nefsimizi, neslimizi ve milletimizi böylesi kokuşma ve çürümeden korumak için, sadece duacı olmak yetmiyor; çok köklü, donanımlı ve bilişim çağının dilini yakalamış bir gayret gerektiriyor… Çok çalışmamız lazım, çok.